Arş. Gör. Zeynep Abacı ile Sanat Pratikleri ve Akademik Hayatı Hakkında Röportaj Gerçekleştirildi!
İstanbul Gelişim Üniversitesi (İGÜ) Güzel Sanatlar Fakültesi (GSF), Grafik Tasarımı Bölümü Arş. Gör. Zeynep Abacı ile sanat pratikleri hakkında röportaj gerçekleştirildi.
İstanbul Gelişim Üniversitesi (İGÜ), Güzel Sanatlar Fakültesi (GSF), Grafik Tasarımı Bölümü Arş. Gör. Zeynep Abacı ile Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Yönetimi Bölümü lisans öğrencisi Ece Çakır tarafından hazırlanan röportaj gerçekleştirildi.
“NEYİ İFADE ETMEK İSTİYORSANIZ BİÇİM DE ONA DESTEK VERİYOR”
EÇ-Bugünkü konuğum, akademisyen bir sanatçı olan Zeynep Abacı. Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
ZA-Ben teşekkür ederim.
EÇ-2013 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümünden mezun olarak, sanat hayatınıza profesyonel bir adım atmışsınız. Bundan önce sizi sanatla meşgul olmaya iten ilk tetikleyiciniz, ilk ilhamınız neydi?
ZA- Öncelikle Mimar Sinan benim hayalimdeki üniversiteydi ve 2009 yılında girdiğim okulumdan 2013’te onur derecesiyle mezun oldum. Klasik bir tabirle elim kalem tutmaya başladığından beri çiziyorum, resim yapıyorum diyebilirim. İlkokulda arkadaşlarımı karikatürize ederdim. Spesifik bir itici gücü tanımlamak her ne kadar zor olsa da sanata her zaman ilgim vardı. İlkokula başlamadan önce annem, okuma yazmayı kendi geliştirdiği bir metotla bana öğretti. Mesela A harfini çadıra, E harfini tarağa, H harfini merdivene benzetirdi. Bunun da görsel dünyamı geliştiren bir unsur olduğunu düşünüyorum.
EÇ-Mezuniyetinizin ardından, yine Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde yüksek lisans ve sanatta yeterlilik eğitimlerinize devam ettiğinizi görüyorum. Sanat alanında akademik çalışmalar yapmaya nasıl karar verdiniz?
ZA-Ben okumayı ve öğrenmeyi çok seven, çok meraklı biriyimdir. Öğrenci olma fikrini de çok seviyorum. Deneyime ve bilgiye açım ve bu sebeple akademisyenlik yolunu seçtim. Bir yandan öğretmeyi de seviyorum. Bu anlamda öğrenme ve öğretme güdümü besleyen bir şey akademisyenlik.
EÇ- Sanat ve akademi ilişkisini eleştiren birçok görüş mevcut. 2016 yılından bu yana akademisyen olarak, Okan Üniversitesi ve Gelişim Üniversitesi’nde çalışmalarınızı sürdürdüğünüzü görüyorum. Siz akademisyen bir sanatçı olarak sanat ve akademi ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
ZA-Mimar Sinan’da geleneksel ve nispeten katı kurallara sahip bir disiplinde eğitim aldım. Ama bir yandan da kendi sesimizi çıkarmayı da deniyorduk. Farklı malzemeler kullanarak deneysel işler yapıyorduk. Hocalarımız bizi bu konuda desteklerlerdi, tabii kendi çizdikleri sınırları çok aşmadan. Biz de o sınırlar ve sınırsızlıklar arasında gidiş gelişler yaşayarak var olmaya çalışan bir dönemdik. Şöyle ki bu sanat ve akademi ilişkisini eleştirel anlamda düşünmekten öte farklı bir noktaya değinmek istiyorum. Kişi hem sanatçı hem akademisyense işi daha da zorlaşıyor. Bir yandan atölyesine kapanıp eser üretmesi gerekiyor, bir yandan da akademik okumalarına makalelerine odaklanması gerek. Bir yandan da üniversitedeki sorumluluğu var, öğrencileri var. Fiziksel ve mental olarak kendini çok fazla bölmek zorunda. Bu da zaman zaman kişiyi bir çıkmaza sürüklüyor. Örneğin şuan atölyede yarım kalan bir resmim var, vücudum burada, okulda fakat aklım o resimde. Bu noktada sanat ve akademi arasındaki ilişkide bu zorlu sürece dikkat çekmek istiyorum.
EÇ-Bu durum sanat eserlerinizi üretirken sizi, nitelik anlamında etkiliyor mu?
ZA-Aslında bu durum üretme arzumu tetikliyor. Ama bir yandan da kendimi bastırmam, dizginlemem gerekiyor. Bir anda atölyeme gidemeyeceğimin farkında olarak zorunlu bir bekleyiş ve zihinsel bir yolculuk durumunda buluyorum kendimi. Fakat fırsat bulup atölyeme döndüğümde bunu bir kavuşma anı olarak değerlendirebilirim ve bu anlamda güzel çalışmalar ortaya çıkabiliyor.
EÇ-Eserlerinizde çeşitli araçları kullandığınızı görüyorum; sinemaya ait araçlar, grafik sanatlara ait araçlar gibi, bu çeşitliliğe başvurma sebebiniz nedir? Kullandığınız malzemelerin bu denli geniş bir yelpazede yer almasının anlatım dilinize olan katkısı nedir?
ZA-Sanat bir ifade biçimidir. Bu biçimin tek bir metodu yoktur. Tek bir ifade biçimi olsaydı zaten sanat dalları olmazdı. Resimde de heykelde de müzikte de anlatacağınız dert, vereceğini mesaj aynı olsa bile bunu farklı biçimlerde anlatabilirsiniz. Ben de izleyiciyle paylaşmak istediklerimi bazen bir video art ile anlatabiliyorum, bazen dijital bir çizimle ya da stop motion animasyonlarla aktarabiliyorum. İfadenin bin bir türlü yolu var. Neyi ifade etmek istiyorsanız biçim de ona destek veriyor.
EÇ-Biraz Galeri Kambur’da sergilenen son serginiz “False Memory”den bahsedelim istiyorum. Serginizi ziyaret etme fırsatım olmadı fakat sergi manifestonuzu okuduğumda beni oldukça etkilediğini söyleyebilirim. Çünkü ben de sosyal yaşantımda mekanlarla ilişki kurarak bütünlük yakalayabilen biriyim. Bize biraz “False Memory”den, ortaya çıkış yolculuğundan bahseder misiniz?
ZA- False Memory benim ilk solo sergim ve doktora tez konum. Bu kavramı mekân ve bellek ilişkisi bağlamında inceliyorum. Aslında organik bir şekilde geliştiğini söyleyebilirim. Üç dört senedir bu alanla ilgili okumalar yapıyorum. Rüyalarımda gördüğüm mekanlardan yola çıktım. Rüyalarımda sürekli bir mekân ve yer olgusu var. Rüyalarımın büyük kısmı daha önce deneyimlemediğim mekanlarda geçiyor. Sabah kalktığımda mekânın her bir detayını incelikle çizebilecek şekilde hatırlıyorum. Bu bağlamda okumalarımdan yola çıkarak şöyle bir soru işareti doğdu “rüyalarımda gördüğüm bu deneyimlenmemiş mekanlar sahne anılarımın bozuk birer fotokopisi olabilir mi?” Çünkü mekân bellekten ayrı düşünülemiyor, ikisi birlikte ilerliyor. Biz mekâna oturtmadığımız hiçbir şeyi hatırlayamıyoruz. Dolayısıyla anılarımızı dönüştürdüğümüz zaman sahte anı dediğimiz kavramda biz mekânı da dönüştürmüş oluyoruz. Bu sergi de False Memory ile ilgili yaptığım okumalardan yola çıktı.
EÇ-Bir küratörle çalışma konusunda fikirleriniz nedir?
ZA- Benim son sergim Nişantaşı’nda Ovooart Galeri’de açıldı. Mart’ın 16’sında da sona erdi. Üç kişilik ve küratöryal bir sergiydi. Küratörümüz sevgili Ceren Atasoy’du. “İçimiz, Dışımız ve Düşümüz” isimli sergi üç parçadan-aşamadan oluşmaktaydı. İçimiz kısmını Nihal Martlı, dışımız kısmını akademisyen ressam Seydi Murat Koç ve düşümüz kısmını ben temsil ettim. Hepimizin eserleri birbirinden bağımsız, farklı bir meseleye değiniyor gibi görünse de sergide bir araya geldiğimizde eserler sanki tek kişinin elinden çıkmış gibiydi. Resimler arasında inanılmaz bir armoni vardı. Çünkü küratörümüz Ceren Atasoy doğru kişileri doğru bir konsept ve manifestoyla bir araya getirmişti. Hikayesi olan resimlere bir hikâye de kendisi yazdı diyebilirim. Öyle olunca da ortaya çok samimi ve uyumlu bir sergi çıktı. O yüzden küratöryal çalışmaların içinde yer alma fikrine sıcak bakıyorum.
RÖPORTAJ: ECE ÇAKIR