Güzel Sanatlar Fakültesi - gsf@gelisim.edu.tr
Memnuniyet ve Önerileriniz için   İGÜMER
 Güzel Sanatlar Fakültesi - gsf@gelisim.edu.tr

Gastronomi ve Mutfak Sanatları








 Damak Tadımızın Son Sığınağı: Gıda Egemenliği (Bölüm 1)


İstanbul Gelişim Üniversitesi (İGÜ), Güzel Sanatlar Fakültesi (GSF) Dekan Yardımcısı ve Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü öğretim elemanlarından Doç. Dr. Murat Doğan’ın yazısı Hotel Restaurant & Hi-Tech Dergisi’nde yayımlandı. Yazı, derginin Aralık sayısında “Damak Tadımızın Son Sığınağı: Gıda Egemenliği (Bölüm 1)" başlığıyla yer aldı. İlgili yazıya ait metin aşağıda yer almaktadır


Hatırlıyor musunuz, domatesin domates gibi koktuğu günleri? Ya da annemizin, ninemizin, mevsiminin geldiğini müjdeleyen o ilk bamyanın, enginarın peşine düştüğü günleri? Bugün market raflarında sıra sıra dizili, standart boyutlardaki, lezzetsiz ve kokusuz sebzeler arasında o eski heyecanı aramak, neredeyse imkânsız bir maceraya dönüştü. Çünkü artık yediğimiz yemeklerin nereden geldiğini, hangi topraklarda, kimin emeğiyle yetiştiğini bilmiyoruz. Gıda, köklerinden koparılmış, küresel bir metaya dönüşmüş durumda. İşte tam da bu kayıp hissinin, bu yabancılaşmanın ortasında, bir sığınak, bir çıkış yolu olarak yükselen bir kavram var: Gıda Egemenliği.

Bu, sadece karnımızı doyurma meselesi değil. Bu, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, soframızdaki hikâyeleri ve nihayetinde kültürümüzü koruma mücadelesidir. Gastronomi, yani “iyi yeme bilimi”, sadece lüks restoranların incelikli tabakları değil, aynı zamanda bir toplumun hafızası, tarihinin ve coğrafyasının aynasıdır. Ve bu ayna, giderek daha fazla, küresel şirketlerin standartlaştırılmış logosunu yansıtıyor. Bu yazı dizisinde, gıda egemenliği ile gastronomi arasındaki bu hayati bağı, bu kadim ilişkiyi birlikte keşfedeceğiz.

Tarladan Sofraya Bir Hikâye

İlk Perde: Köklerden Kopuş - Gıda Sistemlerinin Dönüşümü

Bir zamanlar, yediğimiz her şey gözümüzün önünde yetişirdi. Sanayi Devrimi öncesinde gıda sistemleri yereldi; insanlar kendi topraklarının, kendi mevsimlerinin ürünleriyle beslenirdi. Ancak zamanla her şey değişti. Friedman ve McMichael'ın “gıda rejimleri” olarak adlandırdığı bu değişim, önce sömürgeler üzerinden ucuz gıda akışıyla başladı. Ardından, ABD'nin liderliğindeki ikinci rejim, “Yeşil Devrim” ile birlikte tarımı endüstriyelleştirdi. Kimyasal gübreler, pestisitler, yüksek verimli hibrit tohumlar... Dünya nüfusu beslendi belki, ama bu, büyük bir bedelle oldu.
Türkiye'de 1950'lerle birlikte traktörlerin girmesi, Marshall Planı yardımları, tarımda bir dönüşümü başlattı. Kısa vadede verim arttı, ancak uzun vadede dışa bağımlılık tohumlarımıza kadar işledi. ABD'den gelen buğday ve süt tozu, “yardım” kisvesi altında, kendi kendine yeten bir tarım ülkesini ithalatçı konuma getirdi. Osman Nuri Koçtürk'ün “Açlık Korkusu” kitabında anlattığı gibi, margarin reklamlarıyla zeytinyağı kültürümüzden uzaklaştırıldık. Bu, sadece bir beslenme değişikliği değil, bir kültürel yozlaşmaydı.

İkinci Perde: İsyan ve Alternatif - Gıda Egemenliği Doğuyor

1980'lerden itibaren iyice hızlanan neoliberal politikalar ve Dünya Ticaret Örgütü'nün kuruluşuyla birlikte, tarımımız ve gıdamız çok uluslu şirketlerin insafına kaldı. İşte tam bu noktada, bir isyan yükseldi. 1996'da La Vía Campesina (Köylü Yolu) hareketi, Roma'da düzenlenen Dünya Gıda Zirvesi'nde “Gıda Egemenliği” kavramını haykırdı.

Gıda egemenliği, gıda güvenliğinden farklıdır. Gıda güvenliği, “insanların yeterli ve sağlıklı gıdaya erişebilmesi” iken, gıda egemenliği “toplumların kendi gıda sistemlerini demokratik bir şekilde tanımlama hakkı”dır. Yani, ne yiyeceğimize, nasıl üreteceğimize, hangi tohumları ekeceğimize başkaları değil, biz karar vereceğiz. Bu, bir hak talebidir.

Bu talebin yanında, Slow Food hareketi gibi oluşumlar, “fast life”a karşı bir direniş başlattı. Yerel pazarları, atalık tohumları, sürdürülebilir tarımı savundular. Hindistan'da Navdanya, dokuz tohumun peşinde biyoçeşitliliği korumak için mücadele etti. Adil Ticaret hareketi, üreticinin hakkını alabilmesi için bir pazar mekanizması oluşturdu. Tüm bu hareketlerin ortak bir çığlığı vardı: “Küresel endüstriyel sisteme teslim olmayacağız!”

Peki ya lezzet? Gıda egemenliği, sadece siyasi bir mesele mi? Yoksa damaklarımızın, hafızamızın, soframızda kaybolan o “ilk bamyanın kokusu”nun da farklı bir boyutu var mı? Gelecek ay, mutfaklarımızın son kaleleri olan yerel mutfak kültürlerini, biyoçeşitliliğin lezzetini ve gastronominin etik sorumluluğunu birlikte ziyaret edeceğiz. Çünkü bir ülkenin kültürel direnci, ilk önce sofrasında sınanır.
(Devamı gelecek ay: “Lezzetin ve Kültürün Son Kalesi”)
 
Doç. Dr. Murat Doğan